top of page

“Tuzak kurmak istediğin topraklara ilk önce gölgeni bırakmalısın. Unutma, kimse onu güneşten koruyan ağacın köklerinin, boynuna dolanmasını beklemez.”

Geçmiş.

Savaşı saldırmadan kazanan, zamana pusu kurup her köşe başında sessizce bekleyen düşman. 

Adı bir mezar taşının üzerindeydi; adı, sokakta bir başına dolanan kimsesizdi; adı, yaşanmışlıklarını duvara çivileyen bir evsizdi; adı, savaş meydanındaki sessizlikti; adı, kayıplar veren bir adamın cümlesinde gizliydi.

Ve o gece karanlık odada ona seslenilmişti. Geçmiş, gözlerini Ediz Çağıran’ın üzerine dikmişti. 

Oturduğu tekli koltukta başını geriye atmış, öylece tavana bakıyordu; bir kolu koltuğun kenarından sarkmıştı ve parmaklarının ucunda viskiyle dolu kristal bardağı tutuyordu.

Levent Çağıran, “Bu cümleyi sana ilk kurduğum anı hatırlıyor musun?” diye sorduğunda dişlerini birbirine bastırarak başını yavaşça kaldırdı, ona baktı; alkol, babası dışındaki her şeyi gerçekliğin ardına hapsediyordu ama o onu çok net duyuyor, çok net görüyor, çok net hissediyordu.

“Evet.” Bu cümleyi ondan ilk duyduğunda ne demek istediğini anlayamayacak kadar küçüktü. Bir çöle gölgesini sermeli, orada soluklananların boynuna dolanmalıydı; anladığı bu olmuştu. Kendisi bir gölgenin altında, boynuna dolanmayı bekleyen köklerle beraber büyüdüğünü anladığındaysa artık çok geç olmuştu.

“Benim sana kurduğum tuzak, merhametin. Ve o topraklara bir tek sen ayak basıyorsun.”

Ediz Çağıran, Levent Çağıran’ın gözlerinin içine baktı.

O gözler ona meydan mı okuyordu, yoksa yakarıyor muydu?

Bilmiyordu. Zihnine tohum gibi ekilen bu sorunun büyüyen dalları kısırdı, tek bir yaprak bile doğurmamıştı ve Ediz Çağıran cevabı hiçbir zaman bulamamıştı. 

Bardağı yavaşça koltuğun kenarına, yere koyup ayağa kalktığında Levent Çağıran sessizce oğlunu izliyordu. Darmadağın görünüyordu; ceketi ve kemeri yoktu, pantolonunun içinden çıkardığı kırışmış gömleğinde kan ve çamur lekeleri vardı, önünden birkaç düğmesi açılmıştı ama gözlerindeki ifade dağılmamıştı. Kendinden emin ve kararlıydı, uzun zamandır oğlunun gözlerinde gördüğü bu ifade onu o gece daha da tedirgin etti.

Dudaklarında gözlerine ulaşmayan bir gülümseme belirdiğinde, “Benden intikam almak istiyorsun,” dedi sakince. Levent Çağıran oğlunu göz hapsine almıştı, ayakkabılardaki çamur, kaşlarının çatılmasına sebep oldu. “Benden hep nefret ettin, değil mi?

“Hayır, oğlum,” dedi gözlerini ayakkabılara bulaşan çamurdan çekip Ediz’e bakarak. “Senin hiç var olmamanı diledim.”

Aralarında tek taraflı bir savaş vardı ve Ediz hiçbir zaman ona karşılık vermediği gibi Levent Çağıran da hiçbir zaman onun kendisinden nefret etmesine izin vermemişti. Odanın içinde ilerleyip köşedeki masadan viski şişesini alan genç adam sessizliğini korudu. Alkol düşüncelerini birbirine düğümlemiş gibi hissediyordu; bu gece kafasının içinden çıkamayacağının farkındaydı. 

İnce kısmını kavradığı şişeyi kaldırıp, “İçecek misin?” diye sorduğunda gözlerinin gerisinde yanmaktan özünü kaybetmiş bir ifade vardı.

“Şişeyi ver,” dedi gözlerini gözlerinden çekmeden. “Yeter bu kadar.”

Ediz dişlerinin arasından, “Bunun ne önemi var?” diye sordu. “Daha birkaç dakika önce var olmamamı dilediğini söyleyen sen değil miydin?”

“Var olmamış olmanı dilemem, yok olmana izin vereceğim anlamına gelmiyor.”

Ediz Çağıran küçük bir çocuktu, hemen arkasında duran babasıyla birlikte yangın yerine dönen geleceğini izliyordu. Levent Çağıran elinde gelecekten kurtardığı birkaç parçayla, sanki o yangını o başlatmamışçasına öylece duruyordu. Şimdiyse her şeyini kaybettiği hayatında onun canını kurtarmaya çalışıyordu. 

Levent Çağıran odanın içinde ilerleyip az önce oğlunun oturduğu koltuğa yönelirken Ediz, “Tüm bunlar,” dedi yavaşça. “Neye benziyor, biliyor musun? Kolunun kopmasına.” Levent Çağıran koltuğa oturarak yavaşça bacak bacak üzerine attı ve oğluna baktı. “Bir kolunun olmamasını eksiklik olarak da görebilirsin baba, güçsüzlük olarak da. Tüm bunların sebebi güçsüz olman. Senin aksine, kayıplarım benim güçsüzlüğüm değil. Sen kolun olmadığı için devam edemeyeceğini düşündün hep, bense kolum olmasa da devam edebileceğimi.”

Levent Çağıran’ın kırışıklıkların yayıldığı yeşil gözleri oğlunun gözlerine saplanıp kaldı.

O gözler ona meydan mı okuyordu, yoksa yakarıyor muydu?

Kasılan çenesi duyduklarından hoşlanmadığının göstergesi olsa da yorum yapmak yerine, “Üzerinde çamur ve kan lekeleri var,” dedi. “Kavgaya veya kazaya mı karıştın, yoksa bir cinayete mi?”

“Hangisini duymayı tercih ederdin?”

Levent Çağıran, “Devam etme anlayışının adam öldürmek olmadığını umuyorum,” dediğinde yerinden kalkarak Ediz Çağıran’a doğru ilerlemeye başladı. Genç adam babasının her adımını gözlerini kırpmadan izlerken Levent tam önünde durarak onun koluna uzandı, onu sıkıca tuttu. “Ve devam ettiğin yolun bir uyuşturucu bataklığı olmadığını.”

Ediz’in cevabı sadece, “Cesetten kurtuldum,” demek oldu.

Levent elini çekip öfkeyle parmaklarını saçlarının arasına daldırarak pencereye doğru yürüdü, gözlerini yavaşça kapatıp var olan anı yok etmeye çalıştı. 

Levent oğluna doğru dönüp parmağının ucuyla onu göstererek, “Her zaman senin bencil bir adam olduğundan emin oldum,” dedi. “Her zaman. Artık bundan o kadar emin değilim.” Gözlerine acımasızlığın gölgesi düştü. “Sen her olayda sadece kendini görebiliyorsun çünkü yalnızsın. Hatta her cümleye ‘ben’ diye başlayabilecek kadar yalnızsın!”

Cümlelerin yankısı bütün zamana yayıldı.

“Emniyet müdürü tarafından araştırılıyoruz,” dedi Levent, Ediz’in üzerine doğru yürüyerek. “Osman Güngör, üstü kapalı bir şekilde, kimsenin haberi olmadan bizi araştırıyor.”

Ediz Çağıran umursamaz bir sesle ve dalga geçercesine, “Böyle bir ana denk gelmesi kötü olmuş,” dedi.

“Kendine gel!” diye kükredi Levent.

“Artık hiçbir şeyin sonucu umurumda değil,” dedi Ediz sessizce. Levent Çağıran bir an duraksadı, ardından odanın içinde ilerleyerek masadan Ediz’in arabasının anahtarlarını aldı ve elini kaldırarak anahtarları gösterdi. 

“O halde bu işte de yalnızsın.” 

Odanın çıkışına ilerlediğinde Ediz de onun peşinden gitmeye başladı.

“Ne yani, arabamı ve kredi kartlarımı falan mı elimden alacaksın?” Ediz güldü. “Bir cinayet işlediğimin ve sonuçlarının umurumda olmadığının farkında mısın? Parayı sence ne kadar umursuyorum?”

Levent durdu ve oğluna baktı, onunla eş zamanlı olarak Ediz de durdu ve babasının bakışlarına karşılık verdi. 

“En son ne zaman uyuşturucu aldın? Yüzünün rengine, gözlerine ve alnındaki tere bakılırsa yoksunluk krizi geçirebilmene yetecek kadar süre önce.”

Ediz bunu beklemiyordu ama şaşkınlığının rengini gizledi. “Şehrin dışındayız, buradan sadece arabayla uzaklaşabilirsin. Madem hiçbir şeyin sonucu umurunda değil, bunun da sonuçlarına katlan.”

Ediz’in cevap vermesini beklemeden dağ evinin kapısına doğru yöneldi ve arkasına bakmadı.

Kapı sertçe çarpıldığında Ediz karanlıkta öylece duruyordu. Hızla çarpan kalbi ona ait değilmiş gibi hissettiğinde zihninde yeni bir soru doğdu: Göğüs kafesinin içinde çırpınan o kalbi oraya kim koymuştu? 

Motorun çalışma sesini duydu, araba toprak yolda ilerlemeye başladığında hâlâ öylece duruyordu. Gözlerini kapattı.

Başka bir anının içindeydi. Kadın büyük valizi açmış, içine kıyafetleri yerleştiriyordu. Ediz Çağıran yatağın kenarına oturmuş, kadını izliyordu. Valiz, Ediz’in kadını görmesini engelliyordu, kadın da yatağın kenarında oturan adamı görmüyordu.

Bu küçük bir çocuğun anısıydı, yatağın kenarında oturan bir çocuk olması gerekiyordu ama orada oturan bir adamdı.

“Baban bir süre hastanede yatmak zorunda,” dedi kadın. 

Ediz hiçbir şey söylemeden öylece dururken kadın valizi yavaşça kapattı, o an Ediz kadının yüzünü hatırladı; kadın, Ediz’e baktı.

Gözlerini tekrar araladı ve sakin bir şekilde dağ evinin çıkışına doğru ilerlemeye başladı, Levent Çağıran gitmişti. Kapıyı açtı, soğuk geceye karıştı. 

Ağır adımlarla ilerlemeye başladığında sınır noktasında olduğunu biliyordu ve attığı her adım, o sınırı aşmak için gibiydi. 

Kendi etrafında yavaşça dönerek gökyüzüne baktı. 

Yalnızdı. Her cümleye ben diye başlayabilecek kadar yalnız. Savaş meydanının tam ortasındaydı ama kimse yoktu. O kadar yalnızdı ki bir savaş bile yoktu. 

Zaman kuruyan yapraklar gibi dökülüyordu, anılar her yerdeydi. Her insanın yandığı bir an vardı; Ediz Çağıran o an cayır cayır yanıyor ve dökülen yapraklar ateşi körüklüyordu. Sona yaklaştığını biliyordu, her şeyin bitmek üzere olduğunun farkındaydı.

Koruluğa doğru koşmaya başladığında geçmiş hemen peşindeydi.

“Yavaşla.” 

Levent Çağıran’ın sesiyle birlikte kendini son sürat giden bir arabanın direksiyonunu kavrarken buldu, aynı anda korulukta koşuyordu, bir yatakta uzanıyordu, bir barda ışıklara kilitlenmiş öylece duruyordu ama her yerde, kalbinin atışları saniyelerle yarışıyordu.

“Sana yavaşla dedim.”

Yavaşlamadı. Araba yolda su gibi akmaya devam ederken gözlerini yoldan ayırmadı. 

“Ne o Ediz? Yoksa beni de mi öldüreceksin?”

O an, ona bunca zamandır işkence eden düşüncelerin dönüp gözlerinin içine baktığı andı. Kurtulmak için sokak sokak gezerken birden bütün binaların yıkılmaya başladığı andı. Ediz Çağıran gözlerini babasına çevirdiğinde Levent Çağıran da ona baktı. 

O gözler ona meydan mı okuyordu, yoksa yakarıyor muydu?

“Ne düşünüyorsun Ediz?”

Nazlı Çağıran’ın sesi, karanlığın içinden geldi; Ediz ise ne zamandır bu karanlığın içindeydi, bilmiyordu. Uyuşturucu damarlarında dolanıyor, onu yakıyordu; onu yakıyor, yakarken ona hissettiriyordu; ona hissettiriyor, hissettirirken onu öldürüyordu.

“Uyumak istiyorum,” dedi. Karanlığın içindeki o sese ne demeliydi? Daha önce hiç anne diye seslenmemişti; alışık olmayan dili miydi, yoksa kalbi miydi?

“Yanındayım bebeğim,” dedi Nazlı Çağıran’ın sesi. “Uyu.”

“Vakit geldi,” dedi Ediz ifadesiz bir sesle. “Onu öldüreceğim, anne.” 

Ekilen alev tohumları büyümeye ve her yeri sarmaya başladı.

Kendini tekrar korulukta bulduğunda ağaçların arasında buradan kaçmaya çalışan gelecek, onunla beraber koşuyordu. Doğa Güngör bir katilin peşinde olup olmadığını anlamak için omzunun üstünden arkasına bakarken saçları yüzünü kapattığında aynı yerde Ediz Çağıran da onu bir katile çeviren geçmişinden kaçıyordu. 

Ediz Çağıran, durdu. 

Düşünceler, durdu. 

Anılar, durdu.

Geçmiş, ondan kaçmayı bıraktığında yakanı bırakıyordu. 

Ediz Çağıran dizlerinin üzerine çöktü. Dağınık saçlarının birkaç tutamı terden dolayı alnına yapışmıştı. Yavaşça yere uzanırken gözleri usulca kapandı. Nefes alamıyordu, devam edemiyordu, yaşayamıyordu.

Bu savaş meydanında yalnızdı ama dışarıdan görünmeyen bir gerçek vardı.

İçinde bir cehennem, o cehennemde ona benzeyen bir adam vardı ve Ediz Çağıran bunca zamandır o adamı cehennemde tutmak için, o adam ise onu cehenneme çekmek için savaştı. 

bottom of page